0

1972 yılında kendilerine Nobel ödülünü kazandıran bu çalışma ile ilk kez süperiletkenliğin fiziksel temelini açıklamışlardır. ”Süperiletkenliğin BCS tanımında temel düşünce, Cooper çifti olarak adlandırılan elektron çiftinin davranışına dayanmaktadır. Zayıf bile olsa elektronlar arasındaki çekici bir etkileşme, birbirlerine bağlı olan bir elektron çifti oluşmasını sağlayacaktır. Böyle bir Cooper çiftinin enerjisi, elektronlar arasında etkileşme olmadığı durumdaki enerjilerinden daha düşüktür. Negatif olarak yüklü bir elektron, pozitif yüklü iyonların arasında hareket ederken, pozitif yüklü iyonları kendisine doğru hafifçe çeker. Böylece kristal örgünün şeklinde bir bozulma olur. Elektronun çekimi dolayısıyla pozitif iyonlar birbirlerine daha fazla yaklaşırlar ve elektronun geçmiş olduğu bölgenin pozitifliği artar ve bu bölgeye giren diğer bir elektron, daha yoğun olan pozitif yüklü iyonlar tarafından hafifçe çekilir. Dolayısıyla bu olay iki elektronlu bir süreçtir. Negatif yüklü elektron ve pozitif yüklü iyon arasındaki etkileşme iyondan iyona geçen bir titreşime neden olur. Bu örgü titreşimi elektron çiftinin diğer elektronu bu ortamdan geçinceye kadar sürer. Bu olayın net etkisi, Cooper çiftinin ilk elektronun pozitif yüklü iyonlar arasından geçerken bir fonon yayması ve diğer elektronunun bir fonon soğurmasıdır. Bu fonon alışverişi Cooper çiftlerini bir arada tutan etkendir. Bu çift, kristal örgü içerisinde tutarlı olarak bozulmakta ve yeniden oluşmaktadır. Elektronlar ayırt edilemez parçacıklar olduklarından, elektronları bir çift olarak düşünmek daha kolaydır. BSC teorisi, kristal örgüsü ile elektronların bu etkileşimini gayet iyi açıklamaktadır. Bu olay elektronların aynı yüke sahip olmalarına karşın oluşmaktadır. Örgü atomlarının pozitif ve negatif bölgelere titreşmesiyle elektron çifti, birbirlerini çeker ve iterler. Elektron çifti içinde yer aldığı malzemeyi daha düşük bir enerji düzeyine indirdiği için kararlıdır. Süperiletken düşük sıcaklıklara soğumaya başladığında moleküler hareketin azaltılmış olması nedeni ile Cooper çiftleri bozulmamış olarak kalır. Bir süperiletkenin örgüdeki titreşimlerle ısı enerjisi kazanması ile elektron çiftleri ayrılır ve süperiletkenlik yok olur. Bir Cooper çiftinin bağı ile ilgili önemli bir özellik, bu çifti bir araya getirmek ya da ayırmak için belli bir enerjinin gerekli olmasıdır. Bu özellik, direncin yok olmasından sorumludur. Bir süperiletkende –2e yüklü Cooper çiftleri kristal içinde sürüklenerek akımı 6taşırlar. Kristal içerisinde normal durumda elektronların saçılmaya uğradıkları yapısal kusurlar vardır. Normal bir iletkende bu saçılmalar yapının bir dirence sahip olmasına neden olur. Fakat bir süperiletkende bağımsız elektronlar Cooper çiftleri olarak bağlıdırlar ve saçılmalar bu elektron çiftini birbirlerinden ayıracak kadar enerji transferi sağlayamazlar.” (Hook, J.R. ve Hall, H.E.,Katıhal Fiziği,1. bs., İstanbul, , Mart 1999, Çev. Fevzi Köksal, Muharrem Dinçer, Mustafa Altuntaş, Engin Başaran, Literatür Yayınları) http://www.yildiz.edu.tr/~oscg/AlanegitimindeBitirmeProjeleri/SUPERILETKENLIK.pdf

Burtay Mutlu (shibumi_tr) 5 yıl önce 0
0

Şimdi bakış açısını biraz değiştirelim. Eğer bir elektron'u bir parçacık olarak değil de, kendisine ait titreşimi olan bir enerji alanı olarak hayal edersek? Bence her tür sisteme verilen her tür enerji, farklı sonuçları olsa da aynı mekanizmanın ürünü olmalı. Yani sisteme elektrik verme ile onu hızlandırma ya da bir darbe ile vurma arasında temel bazda fark olmamalı. Çünkü hepsi, bir sisteme (burada iletken malzeme sistem oluyor) doğal, olağan halinden daha fazla enerji yüklenmesi oluyor. Hepsinde sisteme dahil olan enerjiye, sistemler tepki veriyor. Aralarındaki fark ise etkinin yani eklenen enerjinin titreşim frekansı. Mesela ivmelenme, o kadar yüksek bir frekanstaki malzemenin en temel parçacıklarına hitap ediyor. Elektrik akımı ise daha düşük frekansta, atomlara, elektronlara etki ediyor. Darbeler ise çok çok daha düşük titreşim frekansına sahipler, atomlara, moleküllere veya daha büyük alt parçalara ancak etki ediyor. Bu durumda verilen etkinin sistem üzerindeki etkisini, etkinin frekansı belirliyor diye düşünüyorum. Bunları etki düzeyine indirince, etki boyutu ne olursa olsun mekanizma basitleşiyor: Bütün iş etkinin nasıl iletildiği ile alakalı oluyor. Bence etkiler, dalgalar vasıtasıyla sisteme yayılıyorlar. Dalgaların ilerlemesi için ise bir ortam gerekir. Dalga bu ortamda ilerlerken, ortamda titreşim halinde parçacıklar var ise, onlarla da girişim yapar. Böylece etkinin dalgası ile ortamdaki parçacıkların titreşimleri süper pozisyon yaparlar. Bu etkinin, aktaran parçacığın titreşimi ile taşınması olacaktır. Oysa süper pozisyon yapınca, etkinin aldığı yol artacaktır. Yani direnç dediğimiz olay gerçekleşecektir. Hele bir de parçacık titreşimleri aynı doğrultuda ve düzenli değil ise, etki ile verilen enerji ilerlerken farklı doğrultulara da dağılıp tekrar toplanacaktır. Burada sisteme elektron olarak verilen etki, sistemdeki elektronların titreşimleri vasıtasıyla aktarılıyor. Eğer malzemenin elektron titreşim genliği geniş ise bu gecikme demektir. Üstelik iki dalganın süper pozisyon durumunda, malzemenin elektronu ödünç aldığı bu enerjiyi atmak için foton ışıyacaktır (ısı) . Eğer atomlar düzensiz ise aktarımların vektörleri de aynı yönlü olmayacağı için, aktarımın durduğu noktalarda özellikle görülecektir. Oysa malzeme soğutulduğunda, sistemin toplam enerjisi düşüyor. Böylece elektronların genlikleri düşüyor, atomlar arasındaki mesafe azalıyor. Atomlar birbirine yakınlaşınca, elektronların birbirine etkiyi aktarması da hızlanıyor. Çünkü ödünç aldıkları bu enerjiyi üstlerinde fazla tutmadan bir sonrakine aktarabiliyorlar. Soğuma durumunda, elektronların bu tür bir düzenliliğe girdiğini, manyetik alana verdikleri tepkiden çıkartıyorum. Çünkü mıknatıslardaki gibi, elektron spinleri kristalimsi düzenli (ama ters yönlü) bir yapı alıyor gibi gözüküyor. Sanırım biraz uçuk ve kaçık oldu. :-) Şöyle özetleyebilirim. Eğer ileri sürdüğüm etki mekanizmasına benzer ise süper iletkenlik, elektronların titreşimleri ile yıkıcı girişim yapacak frekanstaki etkilerin (böylece süper pozisyondaki genlik alanı daha düşük olacak) süper iletkenlik sağlaması gerekir. Bu sadece soğutma ile değil farklı elementlerin elektronlarının birbiri ile girişimi ile de olabilir. Hatta kimi malzemelerde, sisteme ses dalgaları veya basınç uygulayarak ta süper iletkenlik elde edilebilmeli... Yeter ki uygulanan etki, elektronların genliğini düşürsün. Bu açıklama, yukarıdaki açıklama ile çok çelişmiyor sadece farklı bir açıdan ele alıyor. aralarındaki fark ise, elektronu bir parçacık olarak değil, bir enerji alanı olarak kabul ediyor. Yani sistem içinde elektron ilerlemiyor. Tüm elektronlar kendi atomunda kalıyor. Sisteme elektron olarak verilen enerji alanı, elektronlarca birbirlerine titreşim olarak aktarılıyor.

Burtay Mutlu (shibumi_tr) 5 yıl önce 0
0

Burtay eline sağlık. "Sanırım biraz uçuk ve kaçık oldu. :-)" Buna katılmıyorum. En azından daha uçuk kaçık düşündüğüm oluyor. Ve tekrar düşündüğümde saçma diye biliyorum. ) Şimdi müsadenle bi kaç ekleme ve çıkarma yapıp sorgulamak ve önerme yapmak isterim. Öncelikle süperiletkenlik konusuna bakarken sıcaklık kavramını mevcut yanlış hali ile ele almamalıyız diye düşünüyorum. Neticede fiziğin başladığı yere -273,15 Santigrat olarak baktığımızda sanki tersten sorguluyormuşuz gibi kurguluyororuz. Bu yüzden 0 Kelvini baz alıp kurgulayalım. Sıcaklık, fizik için, 0 Santigrat tan başlamıyor 0 Kelvinden başlıyor. Bu bağlamda kritik sıcaklık dediğimiz kavramı ele alalım. Elimizdeki elementin veya bileşiğin süper iletkenlik kazanabilmesi için ısı kazanması gerekiyor. Süperiletkenliğin keşfedildiği cıva ya baktığımızda, erime noktası 234.3K (-38,83C), kaynama noktası 629.85K (356.7C) olan bir element. Civaya 4.2 Kelvin'e kadar baktığımızda 3.9K, 4.0K, 4.1K gibi değerlerde süperiletkenliğe yaklaştığı, kritik sıcaklık değeri olan 4.2 Kelvin'e (cıva için) kadar ısıtıldığında süperiletken olduğu gözlemlenir. Süperiletken malzemelerin yararlılığı, kritik sıcaklık değerine ne kadar yakın olursa o kadar artacaktır. Kritik sıcaklık aşıldığında ise yani sıcaklığı 4.3K'e geldiğinde süper iletkenlik özelliğini ani bir şekilde kaybeder. O sıcaklığa kadar başına hiç gelmeyen birşey gelmektedir. Süperiletken durumda elektronların hareketine destek olan maddenin örgüsü, 0.1lik bir sıcaklık artışı ile elektronların hareketlerine engel olmaya başlar. Bir başka deyişle maddenin içindeki elektron akışı, maddenin yapısını oluşturan iyon örgüleriyle çarpışması sonucu engellenir. Buna maddenin direnci adı verilir. Direnç sıcaklık arttıkça ortaya çıkar ve artar. Buna en uç örnek yıldız olusumlarindaki son evrelerdir. Yani madde sogutuldugunda direnç düşüyor bakış açısı yanlıştır. Doğrusu ise fizigin doğduğu sicakliklar baz alinarak "maddeye haddinden fazla ısı verildiğinde (kritik sıcaklık üzerinde) maddeyi oluşturan iyon örgüleri elektron akışına engel olan (maddenin direnci) dediğimiz durum ortaya çıkar." şeklinde olmalıdır. Bu tespit önemli ve değerlidir. Bir işleme bakmak yerine, bir işlemin tersinin tersine bakmak sadece görmeye değil, kuralları doğru uygulayıp tespit yapmaya da engeldir. "Bence süper iletkenlik incelenirken Bose-Einstein yoğunlaşması'nı da göz önüne almak gerekiyor. Belli bir sıcaklık altında tüm atomların , tek bir bütün olarak tepki vermesi." Evet kesinlikle. Süperiletkenlik ve süperakışkanlık birbirlerine benzer ortamlarda elde edilebiliyor. Superiletkenlikte sıfır direnç, süperakışkanlıkta sıfır sürtünme durumu söz konusudur. "Belli bir sıcaklık altında" kısmına kesinlikte katılmadığımı belirtmeliyim. Bunun yerine 0 Kelvin sıcaklığı baz alarak gözlem ve tanım yapılmalı. Sıfır entropi noktası olması sebebiyle 0 Kelvin üzerine ısı vererek, örneğin helyumda (Erime:0,95K (-272,20C) Kaynama:4.22K (-268.9C)) tıpkı süperiletkenin kritik sıcaklığı gibi bir seviyeye kadar ulaştığında süperakışkanlık kazandığı görülebilir. Burada sıcaklık ile alakalı önemli iki nokta var. Sıfır entropiden kurtulup süperakışkanlık kazanabilmesi için belli bir ısı gerekiyor. Ikincisi ise kritik sıcaklığı aştığında, harekete karşı koyan sürtünme denen kuvvet oluşmaya başlar. Bu bağlamda bakıldığında sürtünme ve direnç gibi kavramlar belli sıcaklıkların üzerinde söz konusudur. Ad ve sanlarını, fizikte var olabilmelerini sisteme verilen ısıya borçludurlar. Sıcaklık arttıkça sürtünmenin artmasını yine aynı uç örnekle açıklamak mümkün. Yıldız oluşumlarındaki son evreler. Devam edicem 1-2 gün süre ))

Faruk Arslan 5 yıl önce 0
0

Pek bakamiyorum ve yazicaklarim da dağılıyor. Yarım kaldı maalesef. Devam edebildiğim kadar edip Burtaya ve kendisi gibi parçacık fiziğine ilgi duyanlara bir iki sorum olacak devam edebilirsem. Simdi; Direnç ve sürtünme kavramları ele alındığında maddenin sıcaklığının bir sonucu olduğu asla unutulmamalıdır. Sıcaklık evren denilen sistemin var oluşunun ve varoluş evrelerinin ana değişkenidir. Ve bu kavrama tersinin tersinden bakarak evreni anlamaya çalışmak, duru olan suyu bulanıklaştırıp dibini görmek kadar kolay (?) olabilir. Yukarıda sıcaklığı ele aldığım bağlamda "...sorusundan ziyade; "Eğer farklı materialler, elementler ve alaşımlar, bileşikler farklı sıcaklıklarda olsa da, ısı kaybedince süper iletkenlik özelliği gösteriyorlarsa, aralarındaki ortak nokta nedir?" sorusu daha iyi... ikinci soru ise "Bu malzemeler oda sıcaklığında niye direnç gösteriyor? olmalı." sorularının cevabını vermekte hiç zorlanmıyorum. Fizik bize tersten anlatılmaya çalışılıyor işin açıkçası. Bu iki kavrama nasıl yanlış bakıyorsak, basınç ve özellikle atmosfer basıncı kavramlarına da yanlış bakıyoruz. Süperakışkan ortamda basınçtan bahsedilemez mesela. Veya süperiletken gibi bir ortamı hep kablo, seramik gibi katı halde tasavvur ediyoruz. Yada en azından evreni, uzayı, uzayın gizemini anlayabilme bakımından yanlış bakıyoruz bu kavramlara. Basınç kavramının fizikte yer edebilmesi için (karadelikler ve yıldız oluşumları için bu durum daha komplikedir.) kendi ekseni etrafinda dönen ve bu dönüşle etrafinda atmosfer meydana getiren katı kütleli bir cismin varlığı ilk şarttır. Aksi savlara saygı duyarım. Ama lütfen acele etmeyin ve iyi düşünün. Normal basıncın tanımına baktığımızda, bir yüzey üzerine etkide bulunan dik kuvvetin, birim alana düşen miktarı. Bu tanım hem eksik hem hatalıdır. Dünya üzerindeki cisimler baz alınıp bunlar için tanımlama yapıldığından dolayı eksik bir tanımdır. Dünya ortamından çıkıp, şöyle uzak bir boş uzayda baktığımızda da yanlış bir tanımdır. Çünkü uzay ortamda basınç diye bir kavram yoktur. Bir başka deyişle basınç denen kavramın ana şartı dünyadaki yer çekimidir. Bu belirtilmeden yapılan tanım yetersiz bir tanımdır. Burada evrendeki kütlecekimi ile dünyanın yerçekimi birbirine karıştırılmamalıdır. Gelelim bizim için daha önem arzeden atmosfer basıncı tanımına. Atmosfer basıncı tanımına baktığımızda, atmosferi oluşturan gazlar, ağırlıkları ile cisimler üzerine bir kuvvet uygular. Bu kuvvete atmosfer basıncı denir. Bu basıncı keşfeden italyan ismiyle tanımıyla keşfini çok güzel ve çok doğru ifade etmiş. Deniz seviyesinde ve belli sıcaklıkta 1 atm şeklinde kabul görmesi ise ki bu doğrudur, fizikte bize verilen bilginin eksikliği sebebi ile gayet kafa karıştırıcıdır. Çünkü bu atmosferik gazların da cisimlere basınç uygulayabilmesinin ana şartı yine dünyadaki yer çekimidir. Ayrıca atmosfer basıncının 40 km yükseklikte etkisinin sıfıra inmesi yani dünyanın yerçekimi yine es geçilmektedir. Bunun yerine etkiyen denerek yan sebep gibi bakmak temelden hatalıdır. Keşfeden kişi bunu atmosfer basıncı olarak gayet doğru tanımlamış, ancak yerçekimi tanıma konmadığından evreni anlamadaki yaptığımız varsayımlar temelsiz olarak kalmaktadır. Bunlar gibi, fiziğin temel yasaları niteliğindeki tanımlar bize evreni anlamaktan ziyade temel mantığımızın sorgulamasına da yasa olmaları sebebi ile pek müsade etmiyor. Bu açıklamaların ana sebebi süperiletkenlik, süperiletken ortam, süperakışkanlık, süperakışkan ortam gibi konulara veya yıldız ve karadelik oluşumu veya ışığın bile farklı ortamlardaki farklı davranışları, farklı hızları gibi konulara; genelde sistemin ana değişkenlerini, bu değişkenlerin var olması veya ortadan kalkma durumunu, sistemin proton sayılarına göre oluşan elementlerin her birine farklı düzeylerde yaklaşımları, sisteme tanımlanan yasaların her mekanda ve her koşulda işlemediğini, hatta bazı mekan ve koşullarda bazı yasaların isminin bile geçersiz olduğunu, açıkçası, fiziğin geçerliliğini yitirmeye başlayan tanımlamaları sebebi ile, yapılan keşif ve buluşları karanlık madde, anti madde, eter gibi terimlerle süsleyen denklem ve kuramları kabul ederek bakmamız gerekliliğini kabul edememem. Öte yandan klasik mekanik ile açıklanamaz deyip bu konularda, topu fizik ve temel yasalardan uzaklaştırıp, kendisi çıkmaza giden fizik tanımlarına nefes aldıran kuantum mekaniği, bir yandan mutlak doğru yoktur deyip, diğer yandan suya sabuna dokunmadan ben parçacık ve gözlemlenemeyecek kadar küçük sistemleri incelerim demesi, bir anlamda kendi topuğuna sıkmaktır. Elementler proton sayısına göredir, atom elektron proton nötron ve bunların altı parçacıklar ile ışığı baz alıp bunun dışındaki fiziği ayrı bir yere bırakmak ama yeri geldiğinde de bunları mutlak doğru olarak kabul ederek denklem varsayım ve kuram oluşturmak veya desteklemek çelişkidir. Bunun yanında atomu parçacık olarak inceleyip yapılan kurgulamalarda büyük resmi görmezden gelmek de kuantum fiziğinin temel eksiği. Örneğin azot ve karbon elementleri. Atom cekirdegindeki proton sayılarına göre periyodik cetvelde ardışık iki element. Parçacık olarak baktığımızda 6 protonu olan karbon elementine 1 proton ilavesi yapilabilse karbon elementinden değil azot elementinden söz edebiliriz. Işte tam bu noktada parçacık fiziğinin asıl ilgilenmesi gereken bir tarafta +3727 de eriyip +1100 santigrat ilave edip +4830 da kaynatabildiginiz karbon diğer tarafta 6 protonu bulunan -210da eriyip -195,8de kaynayan azot. Bu çok yüksek farkın sebebi sadece 1 proton deyip işin bu kısmıyla ilgilenmeden atom ve atomaltı parçacıkları ve ışığı merkeze koymak evreni anlama bakımından sadece ve sadece zaman kaybı. Bunun gibi önemli olan misal basınç arttığında veya düştüğünde atomik parçaların sisteme verdiği tepki değişmekte, erime ve kaynama sıcaklıkları çok farklı bir hal almaktadır. Siz bu durumları, atomaltı olarak yorumlayamadiginiz gibi, bunları hesaba katmadan da atomaltı hesap yapamazsınız. Durumu temel yasalarla geçiştirmek, ve üstüne açıklığa kavuşturmak yerine temel bir yasa ile kabaca "Yapilan gözlem dahi değişken olarak sisteme eklenir ve sonucu etkiler." demek ne kadar doğru, takdirinize kalmış. Yukarıdakiler gibi bir kaç temel tanımdaki eksikliğe değinmeden veya mevcut yasalari irdelemeden konuya devam etmek pek mümkün olmuyor.

Faruk Arslan 5 yıl önce 0
0

Pek bakamiyorum ve yazicaklarim da dağılıyor. Yarım kaldı maalesef. Devam edebildiğim kadar edip Burtaya ve kendisi gibi parçacık fiziğine ilgi duyanlara bir iki sorum olacak devam edebilirsem. Simdi; Direnç ve sürtünme kavramları ele alındığında maddenin sıcaklığının bir sonucu olduğu asla unutulmamalıdır. Sıcaklık evren denilen sistemin var oluşunun ve varoluş evrelerinin ana değişkenidir. Ve bu kavrama tersinin tersinden bakarak evreni anlamaya çalışmak, duru olan suyu bulanıklaştırıp dibini görmek kadar kolay (?) olabilir. Yukarıda sıcaklığı ele aldığım bağlamda "...sorusundan ziyade; "Eğer farklı materialler, elementler ve alaşımlar, bileşikler farklı sıcaklıklarda olsa da, ısı kaybedince süper iletkenlik özelliği gösteriyorlarsa, aralarındaki ortak nokta nedir?" sorusu daha iyi... ikinci soru ise "Bu malzemeler oda sıcaklığında niye direnç gösteriyor? olmalı." sorularının cevabını vermekte hiç zorlanmıyorum. Fizik bize tersten anlatılmaya çalışılıyor işin açıkçası. Bu iki kavrama nasıl yanlış bakıyorsak, basınç ve özellikle atmosfer basıncı kavramlarına da yanlış bakıyoruz. Süperakışkan ortamda basınçtan bahsedilemez mesela. Veya süperiletken gibi bir ortamı hep kablo, seramik gibi katı halde tasavvur ediyoruz. Yada en azından evreni, uzayı, uzayın gizemini anlayabilme bakımından yanlış bakıyoruz bu kavramlara. Basınç kavramının fizikte yer edebilmesi için (karadelikler ve yıldız oluşumları için bu durum daha komplikedir.) kendi ekseni etrafinda dönen ve bu dönüşle etrafinda atmosfer meydana getiren katı kütleli bir cismin varlığı ilk şarttır. Aksi savlara saygı duyarım. Ama lütfen acele etmeyin ve iyi düşünün. Normal basıncın tanımına baktığımızda, bir yüzey üzerine etkide bulunan dik kuvvetin, birim alana düşen miktarı. Bu tanım hem eksik hem hatalıdır. Dünya üzerindeki cisimler baz alınıp bunlar için tanımlama yapıldığından dolayı eksik bir tanımdır. Dünya ortamından çıkıp, şöyle uzak bir boş uzayda baktığımızda da yanlış bir tanımdır. Çünkü uzay ortamda basınç diye bir kavram yoktur. Bir başka deyişle basınç denen kavramın ana şartı dünyadaki yer çekimidir. Bu belirtilmeden yapılan tanım yetersiz bir tanımdır. Burada evrendeki kütlecekimi ile dünyanın yerçekimi birbirine karıştırılmamalıdır. Gelelim bizim için daha önem arzeden atmosfer basıncı tanımına. Atmosfer basıncı tanımına baktığımızda, atmosferi oluşturan gazlar, ağırlıkları ile cisimler üzerine bir kuvvet uygular. Bu kuvvete atmosfer basıncı denir. Bu basıncı keşfeden italyan ismiyle tanımıyla keşfini çok güzel ve çok doğru ifade etmiş. Deniz seviyesinde ve belli sıcaklıkta 1 atm şeklinde kabul görmesi ise ki bu doğrudur, fizikte bize verilen bilginin eksikliği sebebi ile gayet kafa karıştırıcıdır. Çünkü bu atmosferik gazların da cisimlere basınç uygulayabilmesinin ana şartı yine dünyadaki yer çekimidir. Ayrıca atmosfer basıncının 40 km yükseklikte etkisinin sıfıra inmesi yani dünyanın yerçekimi yine es geçilmektedir. Bunun yerine etkiyen denerek yan sebep gibi bakmak temelden hatalıdır. Keşfeden kişi bunu atmosfer basıncı olarak gayet doğru tanımlamış, ancak yerçekimi tanıma konmadığından evreni anlamadaki yaptığımız varsayımlar temelsiz olarak kalmaktadır. Bunlar gibi, fiziğin temel yasaları niteliğindeki tanımlar bize evreni anlamaktan ziyade temel mantığımızın sorgulamasına da yasa olmaları sebebi ile pek müsade etmiyor. Bu açıklamaların ana sebebi süperiletkenlik, süperiletken ortam, süperakışkanlık, süperakışkan ortam gibi konulara veya yıldız ve karadelik oluşumu veya ışığın bile farklı ortamlardaki farklı davranışları, farklı hızları gibi konulara; genelde sistemin ana değişkenlerini, bu değişkenlerin var olması veya ortadan kalkma durumunu, sistemin proton sayılarına göre oluşan elementlerin her birine farklı düzeylerde yaklaşımları, sisteme tanımlanan yasaların her mekanda ve her koşulda işlemediğini, hatta bazı mekan ve koşullarda bazı yasaların isminin bile geçersiz olduğunu, açıkçası, fiziğin geçerliliğini yitirmeye başlayan tanımlamaları sebebi ile, yapılan keşif ve buluşları karanlık madde, anti madde, eter gibi terimlerle süsleyen denklem ve kuramları kabul ederek bakmamız gerekliliğini kabul edememem. Öte yandan klasik mekanik ile açıklanamaz deyip bu konularda, topu fizik ve temel yasalardan uzaklaştırıp, kendisi çıkmaza giden fizik tanımlarına nefes aldıran kuantum mekaniği, bir yandan mutlak doğru yoktur deyip, diğer yandan suya sabuna dokunmadan ben parçacık ve gözlemlenemeyecek kadar küçük sistemleri incelerim demesi, bir anlamda kendi topuğuna sıkmaktır. Elementler proton sayısına göredir, atom elektron proton nötron ve bunların altı parçacıklar ile ışığı baz alıp bunun dışındaki fiziği ayrı bir yere bırakmak ama yeri geldiğinde de bunları mutlak doğru olarak kabul ederek denklem varsayım ve kuram oluşturmak veya desteklemek çelişkidir. Bunun yanında atomu parçacık olarak inceleyip yapılan kurgulamalarda büyük resmi görmezden gelmek de kuantum fiziğinin temel eksiği. Örneğin azot ve karbon elementleri. Atom cekirdegindeki proton sayılarına göre periyodik cetvelde ardışık iki element. Parçacık olarak baktığımızda 6 protonu olan karbon elementine 1 proton ilavesi yapilabilse karbon elementinden değil azot elementinden söz edebiliriz. Işte tam bu noktada parçacık fiziğinin asıl ilgilenmesi gereken bir tarafta 6 protonu bulunan, +3727 de eriyip +1100 santigrat ilave edip +4830 da kaynatabildiginiz karbon diğer tarafta 7 protonu bulunan, -210da eriyip -195,8de kaynayan azot. Bu çok yüksek farkın sebebi sadece 1 proton deyip işin bu kısmıyla ilgilenmeden atom ve atomaltı parçacıkları ve ışığı merkeze koymak evreni anlama bakımından sadece ve sadece zaman kaybı. Bunun gibi önemli olan misal basınç arttığında veya düştüğünde atomik parçaların sisteme verdiği tepki değişmekte, erime ve kaynama sıcaklıkları çok farklı bir hal almaktadır. Siz bu durumları, atomaltı olarak yorumlayamadiginiz gibi, bunları hesaba katmadan da atomaltı hesap yapamazsınız. Durumu temel yasalarla geçiştirmek, ve üstüne açıklığa kavuşturmak yerine temel bir yasa ile kabaca "Yapilan gözlem dahi değişken olarak sisteme eklenir ve sonucu etkiler." demek ne kadar doğru, takdirinize kalmış. Yukarıdakiler gibi bir kaç temel tanımdaki eksikliğe değinmeden veya mevcut yasalari irdelemeden konuya devam etmek pek mümkün olmuyor.

Faruk Arslan 5 yıl önce 0
0

Bu kadar yüksek yoğunluklu bir yazıyı okuyup, hazmetmeden katılımda bulunmak zor. Elimden geldiğince deniyorum. Bu yazınız daha çok fizik üzerine felsefi bir değerlendirme olmuş ve etkileyici olmuş üstelik. Fizik kurallarımız ve teorilerimizin çoğu var olan bilgi ve bakış açısıyla şekillendiği, ortaya çıktığı için, bazen aralarındaki tutarszılık gibi gözüken durumları, kendilerini kendi kurallarıyla kısıtlamalarından kaynaklandığını düşünüyorum. Yani, "kör adamların dokunarak, fili tarif etmesi" gibi bir durum var bence... Bu yüzden "biraz ondan, biraz bundan" bütüncül yaklaşım geliştirmenin çözüme yaklaştıracağını umuyorum. Tüm elementlar arasındaki farklılıklara rağmen, hepsinin ortak olduğu noktalar onları oluşturan atom altı parçacıkların özdeş oluşu. Bu çerçevede karbon ile azot arasındaki farkın, proton veya elektron sayılarından ziyade, onları oluşturan parçacıkların birbirleri ile olan ilişkilerinin farklı olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Yani elimizdeki genel ve tek atom modellemesi bizi bir bakıma yanıltıyor olabilir. Parçacıklar arasındaki bağ yapılarının farklılıkları, sanki, daha belirleyici gibi çünkü... Süperakışkanlarda, direnç olmadığı için basınçtan da söz etmek kolay değil. Ancak evrenin dokusuna ait olan basınç, dokunun özel bir yapısından kaynaklanıyor. Uzay kısmını bu doku-ortam olarak ele alırsak, basınçtan söz edemeyebiliriz. Ama süperakışkanların dalgalaları iletme hatta resonansa sokarak iletme özellikleri de var. http://ffden-2.phys.uaf.edu/212_fall2003.web.dir/rodney_guritz%20folder/properties.htm Zaman kısmına bakarsak, ki onu bir 3 boyutlu (her yönden gelen) dalga hareketi olarak tanımlıyorum, bu dokuyu kaynaştırarak süper akışkan özelliği kazandıran ve basınç oluşturan durum olarak ele alıyorum. Bir kabın içine süper akışkan bir malzeme ile doldursak ve kabın içine yüzen parçacıklar atsak... Kaba vereceğimiz titreşimler, bu akışkan doku içinde parçacıklar üzerinde odaklanacaktır. Ve bir basınç oluşturacaktır. Tabii kabın şekline bağlı olarak farklılıklar olacaktır ama mesela küresel bir kapta, titreşimler her yönden ve neredeyse eşit olarak aktarılacaktır. (Kabın titreşimi kendi dokusunda yayma hızına ve parçacığın kabın iç koordinatlarında nerede durduğuna bağlı olarak.) Basınç kavramından söz ettiğim zaman, bu tür bir durumu ele alıyorum. Belki yanlış kelime kullanıyor da olabilirim. Asıl konuya süper iletkenliğe dönersek, Direnç dediğiniz gibi sıcaklık ile doğrudan ilgili çünkü, sıcaklık artışı ile elementleri bir arada tutan bağlara da enerji ekleniyor ve bağ yapılarının bu fazla enerji ile olağandan yapılarından farklı düzensizlikleri artıyor. Parçacık dediğimiz şey bence sadece bir enerji alanının (kuantum alanının) titreşiminden başka bir şey değil. Titreşim frekansı ne kadar fazlaysa, parçacığın katı, tanecikli olarak tanımlanması o kadar artıyor. Bunu Art Hobbson'un yazısından sonra benimsedim. (https://arxiv.org/ftp/arxiv/papers/1204/1204.4616.pdf "There are no particles, there are only fields" ) Bu çalışmayı da anladığım kadarıyla sizinkiyle benzer serzenişleri nedeniyle yapmış. (Bir süre mola ... )

Burtay Mutlu (shibumi_tr) 5 yıl önce 0